90'lı Yılların ortalarıydı. Rahmetli dedemle giderdim ava o zamanlar. Hem zeytinlerimizi toplar hem de av yapardık. Kimi zaman karatavuk kimi zaman lökeşe kimi zaman da keklik avlardık beraberce. O zamanlar bana avcı denmezdi karavanacı derlerdi.
O gün de erkenden kalkmış ve dedemin yeşil Wolskwagen!i (tosbağa) ile köyümüze gelmiştik. kuru soğuk bir hava vardı. Bir müddet zeytin topladık. Dalaganlar (Isırgan otu) elimi daladıkça veriyordum yaygarayı zeytine...
Dedem bir yandan gülüyor bir yandan da zeytinin günahı ne diye azarlıyordu şakayla.
Dedemin nasırlı elleri kadifeyi okşar gibi geziyordu dalaganların içinde. Bense arabadan bağ eldivenini almış zeytinleri kıstıra bozdura topluyordum.
Güç bela doldurdum bir çuval zeytini bir "ohhh" çekmişim ki anladı dedem halimi.
Biraz tahin helvası, biraz zeytin ve soğan... Aman tanrım ne güzel geliyordu o açlığın ve yorgunluğun üstüne .
Öğleden sonra aldık elimize tüfekleri. O zaman bende tek kırma çakar almaz... Dedemde şimdilerde benim kullandığım Üzümlü Koop. çift kırma. Bir iki karatavuk ve ardından bir iki batak almıştık. Çamlı Çayı'nın kıyısındaki hayıtlar ve böğürtlenlerden uçuşan karatavuklara bakınırken, "papapaaa" lökeşe havalandı. Dedem tüfeğini kaldırmadı bile ben atayım diye. Hemen aldım yüzüme tüfeği ve aynı babamın öğrettiği gibi yattım üstüne. Acele etmeden gördüm lökeşe veee çıt !
Çaktırmıştı benim çakar almaz tüfeğim ve o anda patladı tok bir sesle dedemin çiftesi. Lökeşe düştüğü yerde kaldı. Ben koşa koşa lökeşeyi alırken yerden dedem uzattı çifteyi bana ve "Al bakalım bu tüfek senin artık. O çakar almazın hakkından ben gelirim." dedi.
Yıllarca kullandığı Saint Ettiene Bergeron tüfeğini babama vermişti. Bu çiftesini de bana...
Önce istemedim, utandım. Zaten kendi tüfeğini uzun yıllar önce babama vermişti. Köyde efsaneydi o tüfek.
Dedeme sorarsanız efsane olan tüfek değildi. Av çoktu. Biri olmazsa biri oluyordu illa. Asıl iş fişeği güzel yapmaktı. Doğru sıkmaktı kovanı. Öğretmişti bana da "Bir dirhem bir denk barut, bir buçuk dirhem saçma yaz sıkısı; bir dirhem bir denk barut bir dirhem üç denk silme saçma kış sıkısı"...
Israr edince, içimde sevinç fırtınaları koparak aldım o gün çifteyi elime.
Aradan yarım saat geçti geçmedi, orman kenarında bir lökeşe daha "papapaa" diyerek havalandı. Yattım tüfeğin üstüne tauvv tauvv iki el ezdim tetiği ama ikinci sanki çift patlamış gibi gürültülüydü, korkutucuydu, kulaklarım çınlamıştı. Lökeşe düştü az ileriye. Koştum aldım. Dedemin tüfekten de duman çıkıyordu. Anlamıştım dedem vurmuştu lökeşeyi. "Sen vurdun değil mi?" diye sordum. Yelekten çıkardığı bir karatavuğu tutuyordu elinde. "Hayır bak ben buna attım!"
İnanmıştım ben saf oğlan. Dedem kendime güvenimi getirmeye çalışıyordu. Vurabileceğime inandırıyordu beni.
O gün çok önemli bir gündü benim için. Son kalkan lökeşeyi tek ve net atışla düşürdüm. İşte bunu ben vurmuştum. Dedem sayesinde o gün avcı olmuştum.
Seneler sonra hastalığının daha doğrusu cennete yolculuğunun başlangıç günlerinden birinde sordum dedeme: "O gün lökeşeyi sen vurmuştun değil mi?"
Gözlerinde bir kaç damla yaş ile; "Ben karatavuğu vurdum lökeşeyi sen vurdun" dedi kaçırarak gözlerini gözlerimden.
Öğretmendi, Kızılçullu Köy Enstitüsü mezunuydu. Ben bayrağı ondan aldım. Hem avda hem de meslekte.
Şimdi hayalim, yollarını beraber arşınladığımız, dağlarını meralarını beraber avladığımız, çalısına çayına beraber taş attığımız, dedemin uzun yıllar görev yaptığı köyde öğretmenlik yapmak.
Ah dedeciğim; eğer görüyor ya da duyuyorsan beni;
Seni çok özledim.