Yalvaçta normal şartlarda sert geçen kışın, pekte soğuk olmayan bir Çarşamba sabahıydı. Bugün ısısını ve ışıklarını bonkörce bizimle paylaşacağına inandığımız güneş, henüz göstermemişti sıcak yüzünü yalvaç sokaklarına ki, o alacakaranlıkta bizde bir telaş vardı. Hafif ehli keyfliğin verdiği rahatlıktan olsa gerek çorbacıyıda unutmamıştık bu telaşenin içinde. Yataktan yeni kalktığımızın apaçık isbatı olan kıpkırmızı gözlerimizle daldık çorbacıya. Garsonun şaşkın bakışları içinde masamıza doğru ilerlerken “korkma sadece bir tas çorba içmeye geldik” deme ihtiyacı hisstettim içimden. Çorbaları içtik içmesine de, ehl-i keyfiz dedikya yalvaçta çınaraltı diye tabir edilen asırlara şahitlik etmiş o bin yıllık koca çınarın altında bir bardak çay içmeden ava mı çıkılırmış? Sabahın seherinde henüz yalvaç ahalisiyle hemhal olmamış çınaraltı meydanının sessizliğini Murat Ağabeyin “kahveci buraya iki çay” nidası bozmuştu. Göz rengimizden hafif daha koyu olan çaylarımızı içtikten sonra tuttuk dağların yolunu. Nihayet varmıştık meraya. Tüfekler hazırlandı, köpekler salındı. Geze geze bitiremeyeceğimi sandığım dağlarla alay eden bir pointer koşuyordu önümde. LUKAS! Avcılığı bence en güzel anlatan atasözlerinden biri şudur. Nasipse gelir şamdan yemenden, nasip değilse ne gelir elden. Bugün biraz şansımız olmalı ki meraya girer girmez bir alay keklik uçurduk önümüzden. Onun heyecenıyla bir yandan alayın gittiği yöne doğru yürüyor, bir yandan da nerelere konabileceğini kestirmeye çalışıyorduk. Alayı bulmanın hırsıyla olacak bir an Murat ağabeyle arayı açtığımı farkettim. Murat ağabeyin hayli aşağıda kaldığını farkettiğimde hem biraz dinlenmek hemde lukası gözlemek maksadıyla oraya dönmüştüm ki lukastaki değişikliği farkettim. Aynı değişikliği Murat ağabeyde farketmiş olacak ki tüfeğini hazırlamak yerine kamerasını çıkarmıştı. Derken Lukas ferma. Şu an ne kadar kolaydı terennümü. Lukas ferma. Oysa o anda nasıldı? Kararmıştı heryer. Sadece lukas vardı odak noktamda. Örsmü düşmüştü gökten yere, neydi köpeğin bu hali? Titreyen dizlerle ona doğru adımlar atmaya başladım. Attığım adımlarla ayaklarımın altında ezilen kuru otların hışırtısı bir gerilim müziği gibi çınlıyordu kulaklarımda. Her adım farklı bir heyecan, farklı bir kalp kıpırtısıydı. O öyle bir andır ki göğüs kafesine eliyle destek vermek ister insan, fırlayıp gitmesin diye kalp. Her şey bitmiş, yok olmuş ve sadece üç şey kalmıştı küre-i arzda. Ben, Lukas ve nerede olduğunu tam olarak kestiremediğim bir alay keklik. Adımlarım sıklaşmış ve bir o kadarda ürkekleşmişti. Sağ elimle adeta kabzanın yerinde durup durmadığını denetleyip duruyordum. Önce cici parmağım, son olarakta işaret parmağım kabza burada yerinde diyordu. Ve sonrası… ne bir çığ bulutu yuvarlanıyordu derin vadiye, ne de gökler gürlüyordu. Sadece sekiz kadar keklik parlamıştı çalının içerisinden. Sonrası malum. Ve birden her şey eski haline dönüverdi. Yer gök aydınlandı, kulağımda çınlayan o gerilim fonu sustu ve her şey yeniden suret kazanmaya başladı. Rahatlamıştık. Lukas işte böyle bir anı bize yaşatan pointerdir.
NOT: bu konuda seyrettiğiniz ilk video aynen bu şekilde çekilmiştir. Tabi ben affınıza sığınarak olayı biraz hikayeleştirdim. Bütün avcı dostlarımızın hayatlarında belkide yüzlerce kez yaşadığı bu anı benim gözümle anlattım. Böylesine güzel bir anı bana yaşatan Akgün Av Köpeklerinin sahibi Murat Akgün’e teşekkür ediyorum…